>

Hemen hemen bütün şehri yukarıdan dolaşan ve yukarı çıkışta mutlaka yürüyen bant yada merdiven olan üst geçitleri çok sevdik.
Hong Kong’un dağların eteğinde kurulmuş olduğunu görüp şaşırdım. Nedense dümdüz hayal etmiştim hep.
Sokaklarda kayboluk, bol bol yürüdük.
Bu sokağın sonunda şimdiye kadar gördüğüm en salaş bar vardı, Club 71. Muhtemelen çöpten toplanmış bambu ve plastik sandelyelere oturduk, plastik bardaktan şarap içtik.
Şehrin her köşesine özenle yerleştirilmiş hoşlukları hayranlıkla izledik.
Victoria’s Peak’e çıktık, manzarayı hafızalarımıza kazıdık.
Peak’te yorgunluğumuzu biraz atmak için soluklandığımız kafedeki bu su şişelerini çok sevdim. nedense… sevdim işte..
Şehrin parlak ışıklarını görebilmek için geceyi bekledik sabırla ve keyifle.
Bizim boğaz vapurlarını andıran Star Ferry’lere ve deniz üzerinde gördüğümüz ilginç görüntülere bayıldık.
Kowloon’dan ışık gösterisini hayranlıkla seyrettik. Her gün saat sekizde tekrarlanıyormuş.
Çok ilginç, çok lokal yerlerde yemek yedik. Herhangi bir mide bozukluğu da yaşamadık, alıştık galiba sonunda Asya bakterilerine..
Gökdelenlerin gölgesinde ve çilekli margarita eşliğinde bol dedikodu yapıldı, hasret giderildi.
Şehrin her yerinde engellilerin düşünülmesini çok takdir ettim ama bütün trafik lambalarının hiç durmadan sürekli ötmesine sinir oldum.
İnsanların kişisel alanına sayı göstermeden itişip kakışmasından, sürekli ensemde birilerini bulmaktan hiç hoşlanmadım.
Domuz gribi paranoyası içinde hapşıran ve öksüren insanlara cüzzamlı muamelesi yapılmasını sevmedim.
Tertemiz, içinde hep sabun ve tuvalet kağıdı bulunan tuvaletlerini sevdim.
Şehrin sistemini, bu sistemi korumasını sevdim.
Heryerin deniz kokmasını, aniden karşıma deniz çıkıvermesini çok sevdim.
Stanley tarafındaki plajlara bayıldım.
Özetle harika bir gezi oldu, bize çok iyi geldi. Hong Kong bizi uçurdu!