>Sorong, tüketen dünyanın insanlarına (yoksa dünyayı tüketen insanlara mı demeliyim?) şok terapisi yapmak için seçilebilecek ideal yerlerden biri. Dünyada, ve hatta Endonezya’da buradan çok daha fakir yerler var tabii ki, ancak kademeli bir şekilde göz açmak için birebir Sorong. Uçaktan inip toprak yoldan havalimanına yürürken, o kapının ardında seni nelerin beklediğini tahmin etmek pek mümkün değil.
Sorong havalimanı eski püskü, minicik bir bina. Uçaktan inmeden önce son gördüğümüz yer olan Makassar havalimanının modern, temiz, aydınlık, ferah ortamından sonra Sorong havalimanının sıcak, sigara dumanlı havası insanın yüzüne tokat gibi çarpıyor. Evet, Sorong havalimanında sigara içmek serbest, herkesin elinde bir sigara var. Zaten havalimanının ‘geliş’ kısmı bir odadan ibaret. Bavullar duvarda açılmış büyükçe bir delikten içeri elle veriliyor tek tek. İçeri giren bavulun bagaj numarasını bağırıyor birileri, gidip alıyorsunuz. Aslında içeride yolcudan çok bagaj taşıyıcı olduğu için bavullara elinizi bile sürmüyorsunuz. 3-5 bin Rupiah karşılığı bavullar gitmesi gereken yere gidiveriyor.
İnsanların görüntüsü Java’da çok farklı. Makassar’da koyulaşmaya başladığını gözlemlediğimiz ten renkleri Sorong’da iyice kararıyor. Boylar kısalıp, yüz hatları bambaşka bir şekle bürünüyor. Saçlar kıvır kıvır, burası gerçekten de Ilhos Dos Papuas. Daha utangaçlar sanki Java’lılardan, gözlerini kaçırıveriyorlar hemen. İnsanın içini ısıtan gülen gözler, kocaman gülümsemeler burada da baki.
Havalimanında bizi gideceğimiz tesisin görevlisi bir bayan karşılıyor. Bavullarımızı toparladıktan sonra arabalara doluşup, bizi adaya götürecek tekneye binmek üzere limana gidiyoruz. Limana varana dek nerede olduğumuzu çok net algılayamıyoruz. Dünyanın bir ucunda, sıradan, fakir bir kasaba görüntüsünde herşey, olağan dışı birşey yok. Arabalar dar bir toprak yolun sonunda duruyor ve bize arabadan inmemiz söyleniyor. Görünürde deniz falan yok, köyün ortasında duruyor gibiyiz, yine de iniyoruz. Bir anda etrafımızı 4-5 tane çocuk sarıveriyor. Öyle güzeller, öyle canayakınlar ki hayran oluyoruz her birine ayrı ayrı. Fotoğraflarını çekip makinedeki görüntülerini kendilerine gösteriyorum, çok hoşlarına gidiyor.
Çocuklardan ayrılmak zor ama limana gitmemiz söyleniyor, biz de ağaçların arasından yürüyoruz. Neyse ki çocuklar da bizimle geliyor. Liman denilen şey uzun, ince bir koyda, tahtadan, derme çatma bir iskele. Ancak iskelenin ucuna yürüyüp karaya baktığımızda nasıl bir yerde olduğumuzu anlayabiliyoruz. Biz, çocukların çıplak ayakla ve yırtık giysilerle gezdiği, çekilen denizin kıyıya atılan bütün çöleri ve lağımı geri kustuğu, balıkçıların kayığını karaya çekmek için dizlerine kadar bu pis çamura girdiği, tuvaletlerin deniz kenarında, sular yükseldiğinde üstünde, yerden 2-3 metre yüksekliğinde altı açık barakalar olduğu ve bu tuvaletlerin altında domuzların beslendiği, derme çatma baraka görünümündeki evlerin önünde renkli papağanlar olan bir yerdeydik.
Gördüklerimi hazmetmeye çalışırken beni uzakan izleyen çocuklarla gözgöze geldiğimde bana bu güzel pozu verdiler. Hepsini kucaklayıp götüresim geldi. Anlaşılan böyle hisseden bir tek ben değildim.
>beni cocuklarin mutlulugu carpti, fakirligi sadece hayal edebiliyorum…
>öyle bir yere inat nasıl güzel çocuklar bunlar !
>Beste, çocuklar çok neşeliydi gerçekten. Yüzlerinden gülümseme eksik olmadığı için ne kadar mutlu olduklarını kestirmek zor. Nalan, çok tatlıdılar, çooook.