>

Raja Ampat yazılarının şimdilik sonuncusunu yazıyorum. Bu yazı, sadece Papua’nın Waigeo ve Batanta adalarında yaşayan endemik bir kuşla ilgili, kırmızı cennet kuşuyla. Adem ve Havva’nın cennetten kovulmasıyla ilgili epik hikayelere kafasını takmış olan 1800’lerin batı dünyasında ‘cennet kuşu’ kavramı, küllerinden yeniden doğan mitolojik kuşa eşdeğer tutulan bir karakter halindeymiş. Sadece Uzakdoğu’dan gelen ve zenginlerin şapkalarını süslemek için fahiş fiyata satılan tüylerinden tanınan bu kuşu pek çok kişi kendince tasvir etmiş olsa da, kuşun gerçekten neye benzediği uzun süre bir esrar olarak kalmış.
Alfred Russel Wallace sanırım o zamanlar bu kuşu canlı olarak görmüş bir kaç batılıdan biriymiş. Bu kuş Wallace için ise kaybedilmiş cennet hikayelerinden çok daha fazla şey ifade ediyormuş. Türleri ayıran Wallace çizgisinin çizdiği sınırları belirlemede cennet kuşunun çok önemli bir rolu olmuş. Bu yüzden kuşu canlı olarak İngiltere’ye götürmek Wallace’ın en büyük hayallerinden biri, ayrıca ortaya attığı teorileri destekleyecek önemli bir kanıt haline gelmiş. 1854’te başladığı Malay arşipelagosu gezisinde defalarca bu kuşu vurmayı ve canlı olarak yakalamayı denemiş, ancak çok uzunca bir süre başarılı olamamış. Son çare olarak bir grup yerliyi kuş yakalamaları için ikna etmek için yanlarındaki silah, bıçak, değerli taş ve metal eşyaların önemli bir kısmını vermek zorunda kalmışlar. Yaklaşık 20 kişilik bir yerli grubu meyveleri yem olarak kullanıp, kurdukları ipten tuzaklarla kuşları yakalayıp Wallace’a teslim etmişler. Wallace 1862 yılında tamamı Waigeo adasından yakalnmış 24 kuşla İngiltere’ye dönmüş.
1992 basımı 20,000 Rupiah’lık banknotların önyüzüne bu kuşun resmi basılmış. Ancak Endonezya mitolojisinde ve tarihi hikayelerinde kırmızı cennet kuşuna pek rastlayamadım. Sadece birkaç yerde geçmişte soylulara hediye olarak verildiğini okudum. Eminim benim ulaşamadığım hikayeler, öğrenemediğim anlamları vardır bu kuşun, zamanla öğrenirim umarım.
Neyse, uzun lafın kısası taa oralara gitmişken bu kuşu görmeden dönmek olmazdı. Cumartesi günü dalış merkezi çalışanları tatil olduğundan, bunu yapmak için en uygun fırsattı. Bir gece önce alabildiğimiz kadar bilgi almaya çalıştık, otelden sabah 4’te çıkılacağını ve yaklaşık bir saatlik orman yürüyüşünden sonra kuşu görebileceğimiz yere gideceğimizi öğrendik. Kuşların çok hassas olduğunu ve sivrisinek kovucu losyon sürersek kokuyu alıp yanımıza yaklaşmayacağı için kuşu göremeyeceğimizi söyediler. Akşamdan ertesi gün giyeceğim uzun pantalonu, uzun kollu gömleğimi, şapkamı ve fotoğraf makinesini hazırladım.
Sabah 4’te kalktığımızda ise havanın zifiri karanlık olması beni şaşırttı. Bizi adaya götürecek tekneye binmeden önce son anda dalış kasamdaki feneri cebime atmayı akıl edebildim iyi ki. Bir de uyarılara rağmen yanıma sivrisinek kovucu losyon almıştım. Cennet kuşu görmek mi yoksa sıtma olmak mı diye düşününce, losyonu sürmeye karar verdik nitekim. İçim hala uyuyordu, ancak o tekne yolculuğundan hatırladığım ve hala gözümün önünden gitmeyen şey gökyüzü. Sanki bütün uzay karşimda duruyordu., samanyolu tepemizden akıp gidiyordu. Hiç bu kadar çok yıldız, bu kadar net bir samanyolu görmemiştim.
Bir yerde kısaca durup rehberimizi aldık tekneye ve sonra başka bir yerde durup tekneden inmemiz söylendi. Tekneden inelim, güzel de, indiğimiz yerde iskele niyetine 15-20 santimetre genişliğinde, uzun bir kalas vardı sadece. Kör karanlıkta, uykulu uykulu cambazlık yapmak hesapta hiç yoktu ama başa gelen çekilir diyerek yavaşça yürüyerek karaya çıktık. Karaya çıktık derken, yağmur ormanına ayak bastık demek daha doğru olur. Yapılacak yürüyüşün ise tırmanış olarak nitelendirilmesi daha doğru olurmuş, yağmur ormanının tepesine çıkacakmışız meğer. Ağaçların içinde tek kişinin geçebileceği genişlikte bir yolu biraz temizlemeye çalışmışlar, tırmanılamayacak yerlere basamak mahiyetinde birşeyler yapmışlar, kenara da tutunmak için merdiven trabzanı gibi bambular döşemişler. Yağmurlu mevsim olduğu için yerler inanılmaz kaygandı ve biz bütün yürüyüşü bu bambulara yapışarak yapmak zorunda kaldık. Heryer öyle ıslak ve nemliydi ki tepeye vardığımızda ellerim sanki bir saat suda kalmışım gibi buruşmuştu. Yol boyunca rehber durup durup yerdeki tarantula yuvalarını gösterdikçe benim nabzım iyice hızlanmaya başladı. Karanlık, kaygan ve çok dik bir zemin, bir de üstüne tarantulalar gelince bir noktada tırmanış benim için dayanılmaz bir hal aldı.
Oturup rehbere kırık Endonezyacamla daha fazla devam edemeyeceğimi, grubu burada bekleyeceğimi söylemeye çalışırken adam panik halinde ‘lütfen miss, lütfen içeri girin, kuşları kaçıracaksınız’ diyordu. (Buradan itibaren Turkce karakterleri kullanamiyorum, verilen rahatsizliktan dolayi ozur dilerim)
Daha ne kadar yolumuz kaldigini sormaya calisiyordum, rehber ise yaklasik 1 saat diye cevap veriyordu. Ben iyice umitsizlige kapilmaya baslamisken kafami kaldirinca tamamen bir “lost in translation” durumu yasandigini gordum. Meger kusu izleyecegimiz yere gelmisiz. Kuslari urkutmeden izleyebilmek icin koyluler palmiye yapraklarindan bir cadir yapmislar. Kirmizi cennet kuslari da zaten oradaymis, kuslarin durdugu agacin dibinde oluyormus bu konusmalar. Adam meger, bana cadira girmemi, burada yaklasik bir saat kuslari izleyecegimizi soyluyormus.
Daha ne kadar yolumuz kaldigini sormaya calisiyordum, rehber ise yaklasik 1 saat diye cevap veriyordu. Ben iyice umitsizlige kapilmaya baslamisken kafami kaldirinca tamamen bir “lost in translation” durumu yasandigini gordum. Meger kusu izleyecegimiz yere gelmisiz. Kuslari urkutmeden izleyebilmek icin koyluler palmiye yapraklarindan bir cadir yapmislar. Kirmizi cennet kuslari da zaten oradaymis, kuslarin durdugu agacin dibinde oluyormus bu konusmalar. Adam meger, bana cadira girmemi, burada yaklasik bir saat kuslari izleyecegimizi soyluyormus.
Bunca zahmetin ardindan gormeyi basardigimiz kirmizi cennet kusunun cagrisina baska kuslar gelmeye basladi. Ortada sadece bir adet disi kus varken, birden onu tavlamaya calisan bir suru erkek kus uctu geldi bir yerlerden. Disinin ilgisini cekebilmek icin kanatlarini acip, harika bir dans gosterisi sundular bize. Sesleri pek bet olsa da, kendilerince ask ve meydan okuma dolu sarkilar soylediler birbirlerine. Sonra erkeklerden biri muradina erdi. Gosteri bitti diye toparlanmaya baslamistim ki, rehber beklememizi, herseyin tekrar bastan baslayacagini soyleyince durup bekledik. Gercekten de tum seremoni gozlerimizin onunde tekrarlandi. Kuslar yoruldugunda ya da beklenen her ne ise gerceklestiginde hepsi birden uctu gitti.
Gunes iyice yukselmis, ormanin butun guzelligini gozler onune cikarmisti simdi. Donus yani inis, bastigimiz ve tutundugumuz yeri gorebildigimiz icin daha kolay, egimin dikligini gozlerimizle gorup dusme korkusunu icimize soktugu icin daha zordu. Inis esnasinda adidas’a ilk ise girdigimde Almanya’ya yaptigim ilk is gezisinde satin aldigim outdoor ayakkabimin bir tekinin tabanini cikmakta oldugunu oldugunu gordum. Takilip dusmemek icin caba harcarken, taban kaygan, engebeli ve dik zemine dayanamayip cikti gitti. Tekneye bindigimizde gordum ki, diger tekinin tabani ben farketmeden cikip gitmis bile, belki de cikista o yuzden dusmustum. Boylece cennet kusu gezisi, kisisel miladimda onemli bir yere sahip olan bu ayakkabiyi Raja Ampat’ta maziye gommeme vesile oldu.
Onca zahmete ve maceraya degdi mi? Evet, her saniyesine degdi. Yine yapar miyim bilmiyorum, belki oncesinde birkac aylik bir fitness calismasindan sonra evet. Iste Alp Can’in kamerasindan kirmizi cennet kusu:
