>Sosyal medya aglarinda kendimi kaybettim, hukumsuzdur

>Internetle tanismam 1998 senesinde, yeni ise girdigim sirketteki butun Alman mudurlerin Noel icin evlerine gidip, gencecik insanlarin calistigi koskoca bir ofisi basibos birakmalariyla olmustu. Zaten Ender cikolata fabrikasinin hemen arkasinda bulunan ofisimiz, surekli bunyeye zerkolan cikolata kokulariya gayriciddi olmaya son derece musaitti. Yurtdisindaki ofisler, daha dogrusu ofis cunku o zamanlar sadece bir tek merkez vardi, Noel yuzunden kapaliydi. Bizlerse bos bos oturmak yerine mutfakta sucuk ve yumurtali ekmek kizartip, interneti ve nimetlerini kesfetmekle mesgulduk.

Kendimizi internete salmamizin ustunden kisa bir sure gecmisti ki kumar siteleri, tavla oynama siteleri ve chat odalari kesfedilmisti. Yeni kesfedildigi icin yasakli degildi. Olay oyle abartilmisti ki, iki arkadas birbirlerinden habersiz ayni sitede birbirleriyle tavla oynarken kavga etmeye baslamislardi. Soylenmelerinden ve verdikleri tepkilerden olayi anlayinca karnimiza agrilar girene dek gulmustuk ikisine. Bilgisayar oyunlarina hicbir zaman ilgi duymamisimdir, o yuzden benim favorim ofis ici dedikodular icin kullandigimiz, o zamanlarin messenger programi ICQ idi. Bazan karsimda oturan arkadasimla buradan konusur, sonra durup dururken oyle bir gulmeye baslardik ki olay anlasilana dek delirdigimizi dusunen cok olmustu.

Interneti daha ilk tanistigimiz anda sevmistim. Ozellikle Google beni kendine hayran birakmisti, hala da hayranim gerci ya, o zamanlar sosyal medya araclarinin bugun gelecegi konumu hayal bile edemezdim. Zaten elimdekiler yeterince buyuleyiciydi benim icin. Uzun sure internetin nimetlerinden fazlasiyla faydalandigimi dusunuyordum ki, Endonezya’ya tasinmamiz uzerine bana hazirlanip hediye edilen blogla bambaska, hic bilmedigim bir yuzunu tanidim internetin. Sevdiklerimizden uzaklasinca Facebook daha yogun olarak girdi hayatima. Internet hayatim Google, Facebook ve Blogger uclusu arasinda mutlu mesut geciyordu, taa ki gectigimiz gune kadar.

Gectigimiz gun, bir okur sagolsun, usenmemis, e-mail yazmis ve blogu Facebook uzerinden takip edilebilir hale getirmemi rica etmis. Zor birsey olmasa gerek diye dusunerek bir sayfa hazirladim, yeni yazi yazdikca buraya post ederim diye dusundum. Zamanla gelisir belki, fotograf falan yuklerim, belki oradan sohbet edilir diye dusunurken “link your page to Twitter” diye bir secenek cikti karsima. Bu Twitter ne ola diye bakinca oradan oraya atlayarak simdi adini hatirlamadigim baska sosyal medya aglariyla tanistim. Fotograf paylasimi uzerine olanlari vaar, microblogging (bunu de yeni ogrendim, cumle icinde kullaniyorum, caktirmayin) yapabildiklerin vaaar, var da var. Sec begen, sal istedigini internet ortamina, ister yazar ol, ister yonetmen, ister spor yorumcusu, ister politikaci, ister fotografci. Icinden ne geliyorsa birak ciksin ve butun dunyayla paylas.

Seinfeld’de gecen su cumle hic cikmaz aklimdan “internete birsey koymak havuza isemek gibidir, asla geri alamazsin” . Daha once yazmistim, bu blog yazma isi de bana aynen oyle geliyor. Cogu zaman bildigim birkac kisi disinda kimsenin okumadigini dusunuyorum. Sonra blogu okumus hatta takip eden birileriyle karsilasinca hem cok sasiriyorum, hem paranoyakligim tutuyor “yahu neler yazmistim, simdi bu neler biliyor benim hakkimda” diye, hem de utaniyorum, ciplak kalivermek gibi geliyor.

Bu arada ben bu yasimda internetin hizina yetisemedigimi hissederken, benim kullandigim herseyi rahatlikla kullanabilen, kullanamasa da ne yapip edip ogrenen annemi alnindan opmek istiyorum. Helal olsun sana be anne! Rol modelimsin, seni seviyorum

>Temizlik Zamani

>Tatilden geldigimden beri birseyler yazip yazip siliyorum, nereye kaydettigimi unutup daha dogrusu hatirlamak bile istemeyip birakiyorum dusuncelerimi bosluga. Evimdeki fazlalik ve duzensizlik sonunda beynime de sicradi, cokluktan tikandim. Karmakarisik, binbir sey var kafamda, toparlanamiyorum. Soyleyecek cok sozum var da, nereden baslasam bilemiyorum. Yapacak cok isim var, siraya koyup hicbirine baslayamiyorum. Bir suru yemek tarifi not ettim, hepsini birden yapayim, butun yazilari birden yazayim, herseyi birden toparlayayim istiyorum, olmuyor.

Silkelenmek lazim. Hafta sonu cok uzun suredir bekleyen tohumlarimi ektim, gezgin ruhumun kok salma cagrilarina kulak verdim sonunda. Kefirimi uyandirdim, solmakta olan feslegenimi canlandirdim, sabah yogalarima basladim, en guzel yogurdu mayaladim. Evde de temizlige basladim, yavas yavas fazlaliklari cikariyorum hayatimdan. Uzun suredir gezmekten evimi ozledim, daha doyamadim. Evin mevcut karmasasinin ustune coken az yasanmislik tozunu silkelemek istiyorum. Mutfagimdan gene kurabiye kokulari yayilsin, caylar demlensin, neseli ve kalabalik sofralar kurulsun istiyorum. Bebislerimle ektigimiz tohumlarin hepsi cimlensin, evim gene cicek koksun istiyorum. Ancak o zaman dusuncelerimi organize edebilecegim, biliyorum.

>Gecici hafiza kaybi

>Ne yaziyordum ben buraya yahu? Raja Ampat yaz yaz bitti, blog da yine eski karaktersiz, kategorisiz formuna doner kisa zamanda. “senin blog ne blogu?” diye soranlara “gunluk iste, oyle aklima geleni, yaptiklarimi, gezi anilarini falan yaziyorum” diyorum ya oyle degil aslinda. Aslinda benimki anne blogu. Annelik nasil hayatimin ortasina dusup gittikce genisleyerek, daha once varliginin farkinda bile olmadigim bosluklari doldurarak her yere yayildiysa, nasil her sifatimi, her turlu tanimimi silip, hepsinin birden yerini aldiysa, yaptigim her yemek anne yemegi, kucagim anne kucagi olduysa, ben bilmemkim hanimken Lara’nin ve Arda’nin annesi olduysam, bu da anne blogudur iste.
Oh be, hayatimda etiketsiz kalmis bir olguyu daha dikdortgen kaliba koydum, kapagini kapattim, rahatladim.

>Yaz

>
Okulların son haftası, yaz yok burada ama adı ‘yaz tatili’. Portfolyolar gururla gösteriliyor, yıl sonu gösterileri yapılıyor. Bütün minikler heyecan içinde, neyi beklediklerini bilmiyorlar ama sıradışı, harika birşeyler olacağı düşünceleri içindeler. Kim kalıyor, kim gidiyor konuşmaları yapılıyor. Buralarda expat olmanın bir gerçeği bu, bir gün gidiyor olmak. Minicik kafalarına çok net oturmuş bu kavram. Onlar herşeyi daha net görüyor zaten büyüklerden. Bizler kök salmakla, köklerimizi alıp gitmek arasındaki ilişkiyi henüz anlamamışken, kökler bize mi ait yoksa toprağa mı emin değilken. Brajeshwari çok güzel anlatmış, okuyun.

Ben ise bin parçayım. Yazmayı özledim, okumayı özledim, kocamı özledim. Geçecek biliyorum, yine sakinlik hakim olacak yakında bana, yine keşfedilmemiş denizlere gitmek için yola çıkacağız. İçim susacak, içim içime sığmayacak yakında, biliyorum. Bekliyorum.

>itirazim var…

>Bu dunyanin kurulu toplumsal duzeninde cok ama cok yanlis seyler var. Hepsini yazmaya benim omrum yetmez, o ayri da, beni duzenli olarak dellendiren kadinlarin toplumdaki rolleriyle ve gordukleri haksiz muameleyle ilgili kismi. Binlerce sene oncesinin duzenini hala inatla devam ettirmeye calismak, kadinin gorev tanimini ve yerini antik cagdaki haliyle birakmak ve bunun boyle olmasinda israr etmek, bu tanima uymayan herkesi garip karsilamak akil almaz geliyor bana. Insanlik nasil bazi gerceklere kafasini gomebiliyor anlayamiyorum. Bu sorun sadece kadinlari ilgilendirmiyor bence, erkeklerin de sorunu artik ve bazi seylerin degisme zamani coktan geldi de geciyor.

Tarihi karistirmayacagim ise, buraya nasil geldigimizi herkes biliyor. Ancak gunumuzun sartlari cok farkli. Evin temizligi, cocugun bakimi, evdekilerin yemek sorumlulugu „kadin isi“ olarak nitelendirilebilir, genlerimize islemistir bunlar ve bu isleri yapmayi seven kadinlar oldugu gibi, hic hoslanmayan ve hatta bu konularda yeteneksiz olan kadinlar da bulunmaktadir. Gunumuzde evdeki bu gorevler erkeklerle, aile fertleriyle ya da para karsiligi satin aldigimiz hizmetlerle karsilanabilmekte. Ne guzel, atlanan bir konu yok, herseyin caresine bakiliyor, herkes cozumunu bir sekilde buluyor. Bu gunumuzun gercegi, peki neden hala bu isleri evin kadininin asli gorevi olarak gormekten vazgecmiyoruz? Kadinin ilk tanimi hep ev kadini, evi idare eden, diger hersey bundan sonra geliyor. Yuvayi disi kus yapar atasozunu unutmanin zamani coktan gecti. Yuvayi disi kus ve erkek kus birlikte yapar, birlikte beslerler ve buyuturler yavrularini. Benim ailemde ve cevremde gordugum pek cok ailede bu boyle ama toplum bunu kabul etmek yerine, anlayisla karsiliyor, gulumseyerek hafifce kafasini salliyor bizlere, bizim gibilere.

Gunumuzde kadinlarin cogu calisiyor. Bunu maddi zorunluluklar yuzunden yapanlar da var, tamamen kisisel secimlerle yapanlar da. Calismayi seven, hayatinin bir parcasi yapmis kadinlar var. Sevdikleri isi yapmak icin pek cok riski goze alan ve azimle ugrasan didinenler, sevmedigi bir isi maddi yukumlulukler yuzunden yapmak zorunda olanlar, maddi bir kazanc pesinde olmadan ihtiyac halinde olanlar icin calisip duranlar, kariyer ve statu hirsiyla gozu kararanlar var. Erkekler arasinda nasil bunlarin hepsi varsa, kadinlar arasinda da var. Bunda yanlis hicbirsey yok, degil mi? Oyleyse neden calisan her kadinin icine vicdan azabi duser, neden kendini maddi yukumlulukler yuzunden calistigina ikna etmeye calisir kadin? Cunku butun kulturel, toplumsal butun direk ve endirek mesajlar kadinin erkege bagimli olmasi gerektigi, evinde oturup cocugunu buyutmesi gerekliligi uzerinedir. Neden butun okul toplantilarinda, aktivitelerinde annenin hazir ve nazir olarak bulunmasi dogal bir beklentidir? Calisan, cocugunu tek basinda buyutmek zorunda kalan anneler bu kadar yayginken, artik kadinlara bakisimizi degistirmek gerekmiyor mu? Ben kendimi feminist olarak nitelendirmiyorum bile, goz onundeki gercekler bunlar. Neden kabul etmek bu kadar zor? Erkeklerin egosu bu kadar mi guclu ve guc sahibi?

Ben bir kere bile cocuklarima para kazanmak icin, onlara oyuncak vs almak icin ise gittigimi soylemedim. Benim hayatimin gercegi bu, ben calisiyorum ve hep calisacagim dedim ciktim evden. Bir kere bile arkamdan aglamadilar, aksam gelecegimi bildiler. Icim ciz etmedi, yanlis birsey yaptigimi hic dusunmedim, onlar da herhangi negatif bir hisse hic kapilmadilar benim calismamla ilgili. Neden el kadar bebek bunu anlayabilirken dunyanin geri kalani kabullenemiyor? Neden butun duzen calisan erkeklere gore ayarlaniyor da, kadinlar hic dusunulmuyor? Neden kadinlarin her daim, ev ve cocukla ilgili herhangi birsey icin her zaman, her yerde hazir bulunabilecekleri varsayiliyor?

Bu sorun sadece calisan kadinlar icin degil, calismayanlar icin de gecerli. Calismamayi, evinin ve cocugunun butun sorumlulugunu ustlenmeyi secmis yada buna mecbur kalmis kadinlarin isi calisanlardan daha da zor bence. Bu kadinlar sabah 8, aksam 6 mesai yapmiyor diye zaman planlamalarina, kisisel duzenlerine saygi gosterilmiyor. Ne zaman gerekirse, herhangi bir sey icin musait olabilecekleri beklentisi var. Bu kadinin duzenli bir rutini vardir, bulunmasi gereken yerler vardir dusunulmez. Benim sorunum calisan kadin, calismayan kadin falan degil zaten, sorunum hala bu dunyanin ataerkil bir duzene sahip olmasi. „Kadin haklari“ diye bir kavram oldugu surece, kadinlar esit muameler gormuyor demektir. „Insan haklari“ vardir, herkes icin gecerlidir, herkesi kapsar. Kadinlar icin ayri bir hak hukuktan bahsedilmesini bile asagilayici buluyorum. Neyse, ben yazmayi birakiyorum, yazdikca sinirleniyorum cunku…

Sadece bilmek istiyorum, ne zaman degisecek bu dunyanin duzeni?

>kutlayalım.. kutlamayalım.. kutlayalım!

>Anneler günü benim için Prenses Sendromunun uzantısı olmuştur, insanı zor durumda bırakan o saçma günlerden biri olarak görmüşümdür her zaman. Ancak bu günün, diğer toplu kutlamalardan farklı olarak daha hassas ve bazı insanlar için daha acı verici olduğunu düşürüm. İmkanların yetersizliğinden bebeklerini kaybeden, bütün yıl boyunca şiddete maruz kalan anneler varken, yılın bir günü annelik kavramının putlaştırılmasında hain bir ikiyüzlülük görürüm. Peki ya hiç anne olamamış kadınlar, annesi olmadığı halde bir çocuğu canı kadar sevmiş kadınlar, komşu teyzeler, ablalar, öğretmenler? Onlar nasıl hisseder kendilerini bugünlerde? Ya annelerini kaybeden yada hiç tanımamış, belki de anneleri tarafından terkedilmiş çocuklar?

Terazinin bir de öbür kefesi var tabii. Çocuğuna gerekli bakımı ve özeni göstermeyen, yeterli ve doğru eğitimi vermeyen hatta şiddet uygulayan anneler var. Toplu olarak anneler gününü kutlayıp bu sıfatı hakketmeyen insanlara da ‘cennet senin ayaklarının altında’ ‘annenin vurduğu yerde gül biter’ tarzı öğretilerle teşvikte bulunmak da var işin içinde. Bu yüzden hiçbir zaman sıcak hislerim olmamıştı anneler gününe dair.

Osho’nun bir yazısını okumuştum, diyordu ki, doğumda bebekle birlikte bir de anne doğar, o ana kadar kadın anne değildir. Doğru, bebeğimi kucağıma alana dek anne değildim ben, anneliğin ne olduğu hakkında hiç bir fikrim yoktu. Beni anne yapan o minik insandan başkası değil gerçekten de. Benzer bir yorumu Evren’in blogunda okudum geçenlerde ‘benim için anneler günü anne olduğum gündür’ demiş bir anne. Nasıl da anlamlı buldum.

İşte ben bu düşüncelerle bu seneyi de anneler günü yazısı olmadan sessiz sedası geçiştirmeyi planlarken, Lara elinde bir kartla heyecanla yanıma geldi. Kartı okulda benim için hazırladığını gözleri parlayarak anlattı. Açtım, üstünde benim ve onun el izimiz olan bir karton, bir de şiir var. Gururla ezberden şiiri okudu. Sonra gözlerimin içine bakarak ‘ Happy Mothers Day mom, thank you for ….YOU! ‘ dedi.

Daha önce hiçkimse bana ben olduğum için teşekkür etmemişti, benimle birlikte olduğu için hissettiklerini bu kadar saf dile getirmemişti. Şaşırdım kaldım. Sıkıca sarılıp ‘beni annen olarak seçtiğin için asıl ben teşekkür ederim’ dedim. Bütün sivri köşelerimi bir bir törpüleyen minik öğretmenim bana yine birşeyler anlatıyordu. Kafamı allak bullak etti, gitti. Ben daha çok düşünürüm bunun üstünde, bakalım ne zaman içinden çıkarım? Belki de hiç çıkamam, belki de içinden çıkmam gerekmiyordur, sadece yargılamayı bırakmam gerektiğidir bu dersin özü…

Ne diyeyim, bari kutlayalım o zaman bugünü. Bütün annelerin, kalbine herhangi bir çocuğun eli dokunmuş bütün kadınların anneler günü kutlu olsun.

Uzaktaki sevdiklerim için bir adet yavrulamış Selen otoportresi:



>Sudan

>Sudan’daki secim haberleri beni yillar oncesine goturdu. Hani bazi yerler vardir, gittikten seneler sonra bile anilar tum canliligiyla kalir hafizada, iste Sudan da o yerlerden biri benim icin. Kalbimdeki yeri herzaman cok ozel olmustur. Cok carpici bazi gercekleri kendi gozlerimle gordugum icin mi, senelerce bizi TV basina yapistirip sualtini tanitmis olan Jacques Cousteau’nun calismalarinin kalintilarina ellerimle dokunabildigim icin mi, kopekbaliklarini cok yakindan tanima imkani buldugum icin mi, yoksa kendimle ilgili daha once farkinda bile olmadigim bazi seyleri ogrendigim icin mi bilmem, o Sudan gezisinin yeri apayridir benim hayatimda.

Gezinin sualti ve kopekbaliklariyla ilgili olan kismini ayri bir yazida anlatmam lazim. Evet, kesinlikle yazmaliyim ki kayit altina gecsin. Dijital cag oncesi, sevgili amfibik makinamiz Nikonos V ile cekilen fotograflar ve hatta ilk housing sistemimiz ile cekilen videolar da internet ortaminda yerini alsin cok gec olmadan. Yeni heyecanlara kapilip, Sudan’i unutmadan yazmaliyim vakit ayirip.

Karada cok az vakit gecirdik biz aslinda Sudan’da cunku gezimiz kopekbaliklariyla daha cok vakit gecirebilmek adina mavi tur seklinde planlanmisti. Zaten Sudan’in kara kismi pek guvenli olmadigi icin ve konaklama secenekleri cok kisitli oldugu icin mavitur en uygunuydu o sartlarda. Port Sudan’da bir iki gun gecirebildik sadece ki, o da genelde limanda demirlemis teknenin icindeydi. Yine de her biri en az bir zamanlarin supermodeli Iman kadar guzel olan uzun boyunlu, ince bilekli kadinlar, kocaman gozlu kara cocuklar, bellerinde upuzun kiliclarla dolasan beyaz elbiseli adamlar zihnime oyle bir kazindi ki, su anda bile tum canliligiyla hatirliyorum. Seriat vardi o zaman Sudan’da ve askeri siki yonetim. Seriat, yuzlerine kabile izleri kazinmis adamlarin, bilekleri dovmeli kadinlarin ustune tam oturmamis bir giysiydi. Limanda cirilciplak yikanan kadinlara donup bakmayacak kadar ciplakligi benimsemis, tundralarda ciplak yasayip aslan avlayan atalarin cocuklariydi onlar, damarlarindaki kanin her damlasi Afrika’liydi. Arap tacirlerin getirdigi Islam, ustlerine yapistirilmaya calisilan seriat bir turlu olmamisti onlara.

O upuzun boylu, kugu boyunlu, ince bilekli kadinlar birbirinden renkli seffaf sifonlarla kapaniyorlardi. Iclerine kisa kollu acik yakali t-shirtlerle dizalti etekler giyiyorlar ve dunyanin en parlak renklerindeki sifonlarini zarif bir sekilde vucutlarina ve saclarina ortuyorlardi. Dovmeli, kinali bileklerini gumus, altin takilarla yada tahta boncuklarla susluyor, tum pisligin ve fakirligin icinde surmeli gozleriyle cennetten inmis birer melek edasiyla suzuluyorlardi. Boyleydi iste Sudan’in seriati.

Grubumuzda sadece iki bayan vardi. Diger bayan tekneden hic inmemeyi tercih etmisti, ben de seriat korkumdan uzun pantalon ve uzun kollu gomlek giyip inmistim tekneden. Oysa ki tum renklerin en cirtlak tonlariyla soyle bir ortunuvermis o guzel kadinlar benden cok daha cekiciydi. En kotu tarafi fotograf cekmenin hem yasak olmasi, hem de halkin fotograf cekilmesine asiri tepki gostermesiydi. O yuzden hic fotografimiz yok gezinin bu kismina ait. Oysa ki fotograflik ne cok sey vardi. Halk fotograf makinesinden korkuyordu. Bir arkadasimiz pazar yerinde bir adamin fotografini cekmek istemis ve adamdan gidip izin istemisti, adam da kabul etmisti. Ancak arkadasim fotograf makinesini cantadan cikarir cikarmaz bir anda herkesin ustune cullanmasi bir olmustu. Neyse ki izin veren adam araya girdi de, Levent’i ellerinden kurtardi. Yoksa buyuk ihtimalle pazarin orta yerinde 40 kirbacla sonuclanirdi bu fotograf macerasi. Nitekim, sadece bir hafta once bir turist bira icmekten kirbac cezasina carptirilmisti.

Zaten en buyuk uyariydi gitmeden once cantalarimizda alkol ve p.rn.grafik herhangi birsey bulunmamasi. Ulkeye girerken cantalarimiz didik bunlar icin aranmisti. Genelde sinir kontrollerinde polislerin hakli olarak takildigi, bomba gorunumlu housing akulerimize degil de, siselerin icinde neler olduguna, kitaplarin ve dergilerin iceriklerine bakmisti guler yuzlu polisler.

Biz tam oradayken geceyarisindan sonra sokaga cikma yasagi vardi. Biz gelmeden bir iki hafta once iki kabile arasindaki bir surtusme kanli bir sekilde sonuclanmisti. Iki kabile bir arsa yuzunden birbirine dusmus. Kabilelerden birinin lideri birtakim yolsuz yollarla araziyi ele gecirmis, diger kabile de olayi mahkemeye vermis. Ancak mahkeme kapisinda kabile liderlerinden birinin bogazini kesivermis diger kabileden birileri. Olayin detaylarini tam hatirlamiyorum ne yazik ki, ancak ortalik bir anda karismis ve gece sokaga cikma yasagi ilan edilivermis, biz gittigimizde hala yasakti.

Bir gece teknemizin sahibi ve kaptani 25 yasindaki, cam yarmasi Iskoc kizi Rosie ve Omer Serif’in gencliginin kopyasi olan Misir’li yakisikli kocasi Ali, bizi Port Sudan’da yerel bir restorana yemege goturduler. Port Sudan’da elektrik varla yok arasiydi. Sokaklar kor karanlikti, sadece jeneratoru olan uc bes yerin sayesinde aydinlaniyordu ortalik. Kurak, sert toprak daha da bir sertlesmisti sanki ayaklarimin altinda o kor karanlikta yururken. Restoran diye bizi getirdikleri yer sokagin ortasina atilmis bir kac plastik sandalye ve masadan olusan bufeden hallice bir yerdi. Restorana yaklasirken uzun beyaz elbiseli adamlarin kocaman kiliclarini kucaklarina yatirarak oturduklarini ve ellerindeki kalayli bakir bir kaptan camur gibi birseyi ekmegi batira batira elleriyle yediklerini gormustum. Yaklasirken Tunc’a “o bulamac gibi seyden hayatta agzima surmem” ben diye fisildamistim. Oysa ki o bulamacin ustunde keci peyniri eritilmis fasulye puresi oldugunu ve inanilmaz bir lezzeti oldugunu ogrenecektim bir iki dakika sonra, “iyi ki denemisim” diyecektim. Hayatimda yedigim en lezzetli etlerden birini yiyecektim. Onumuze minicik kaselerde getirilen corbayi icmek icin garsondan kasik isteyecektik, garson panik halinde saga sola kosusturduktan sonra elinde tek bir plastik kasikla donecekti ve biz kaseleri kafamiza dikip ellerimizle yemege saldiracaktik.

Acliktan insanlarin oldugu bir yere ilk gezimdi bu. Sudan, petrol rezervleri cok zengin olan ancak ic savaslar icin harcanan paralarin petrol gelirinden fazla oldugu bir ulkeydi. Sudan, Birlesmis Milletler’in gonderdigi yiyecek yardiminin insanlarin acliktan olup daha cok dikkat cekmesi icin halka dagitilmadigi, liderlerin kendi insanlarina deger vermedigi bir yerdi o zamanlar.

Simdi ilk secimlerini yaptilar. 73 parti katilmis oylamaya, liderlerin cani demokrasi cekmis. Oynanan oyunlara farkli bir kilif gerekti sanirim ki deri degistirme gereksinimi duymuslar. Hersey bir yana da cocuklar uzuyor beni, hicbir cocuk ac kalmasa, bir avuc pirinc ugruna eline silah almasa , mevcut asilari olamadigi icin kizamik gibi sacma sapan hastaliklar yuzunden olmese, HIV ile dunyaya gelmese hic bir bebek..

>Tuvalet İkizi

>Bizim iş yerinde, muhtemelen diğer bölümde çalışan bir kızcağız var. İşyerinde birbirimizle hiç bir alakamız yok, ofisin neresinde oturur, ne iş yapar bilmiyorum. Fakat ne zaman tuvalete gitsem bu kızla karşılaşıyorum. 10 gidişimin 8’inde bu kızla bir şekilde karşılaşıyoruz. Artık bu karşılaşmalar acayip komik gelmeye başladı.

Aslında olay çok ilginç. Kız günde 20 kere falan tuvalete gitmiyorsa eğer, demek ki hemen hemen hep aynı zamanlarda çişimiz geliyor. Aynı saatlerde aynı miktarda sıvı içiyoruz desen, doğru bir mantık olmaz çünkü kız boyut olarak benim resmen yarım kadar. Gerçi boy, pos böbrek ve idrar kesesi boyutunu ne kadar etkiler bilmiyorum ama ciddi ciddi kızı gizli kamerayla izleme isteğiyle yanıp tutuşmaktayım. Bu kız benim tuvalet ikizim, ruh ikizi gibi yani… Başka açıklaması yok.

Kızla hiç diyaloğumuz olmadı, ama hafif bir kafa sallamasından ibaret olan selamlaşmalarımız yerini gittikçe yayılan sırıtmalara bırakmaya başladı. Ne de olsa aylardır birlikte çişimizi yapıyoruz. Kızın adını falan öğreneyim bari, belli olmaz tuvalet kağıdı falan biter, yan taraftan istemek gerekir. Ruh ikizimi bulmak için denizin diplerine dalmam gerekmişti, tuvalet ikizimi bulmak için de taaa Endonezya’ya gelmem gerekiyormuş… Hayat işte!

>Kabus !

>Ruyamda neresi oldugu hakkinda hicbir fikrim olmayan ancak Turkiye olmadigini bildigim bir yerdeyiz. Apartman mi, otel mi artik herneyse, cok katli bir binada kaliyoruz. Cocuklarla ogle uykusuna yatiyoruz birlikte ve derin bir uykuya daliyorum. Ruyamdaki uykumdan telefonun sesiyle uyaniyorum. Telefonun karsisinda bir bayan, Turkiye’den birisinin Ayisigini’nin 14’uncu senesini kutlamak icin surpriz olarak bir restorana Turk yemekleri yaptirdigini, siparisin teslim edildigini soyluyor. O sirada bakiyorum cocuklar da yok. Ruyada olmanin avantajini kullanarak kendimi isik hiziyla otelin bahcesine isinliyorum. Aaaa, bir bakiyorum, Tunc’un yaninda grubu, cocuklar da yaninda, oooh, gulup oynayip yiyip iciyorlar. Hakikaten kazanlarla icli kofteler, kebaplar, cig kofteler, pideler gelmis.

„Niye haber vermedin?“ diye gurluyorum Tunc’a, „uyandirmak istemedim“ diyor. Aslinda adam hakli, uykumdan uyandirilinca da ayni ruh halinde oluyorum falan diye dusunurken bir bakiyorum ki lahmacunlar bitmis.


O an cinnet gecirmeye basliyorum. Elime ne gecerse Tunc’a firlatiyorum. „Nasil bana haber vermezsin? Nasil bana lahmacun ayirmazsin?“ diye deliriyorum. Sinirimi alamiyorum, „gidiyorum ben, bir saniye daha bu evde kalamam, hepinizi terkediyorum“ deyip pilimi pirtimi toplamaya giderken gogsumun uzerindeki minik olmakla birlikte nefesimi daraltan bacagin agirligiyla uyaniyorum..

Tunc 10 gundur Komodo’daydi grubuyla birlikte. Baba olmayinca bizim yatagi minik bocekler basiyor, onlarla yatmak cok keyifli ama iste boyle agzima burnuma ayaklarini tikayip kabus gormeme sebep olabiliyorlar. Kabus ta tam kabus ama, cok korkunc. Allah kimseyi lahmacunsuz birakmasin. Boyle cinnet gecirttirir adama lahmacunsuzluk iste, gozun cocuk mocuk gormez ceker gidersin.

Lara lahmacun yap diye basimin etini yiyordu gunlerdir, buyuk ihtimalle ordan girmistir bilincaltima. Dun aksam lahmacun yaptim da rahatladik ailece. Yanina da buz gibi ayran, misssss… Kocam da geldi Komodo’dan, masum, biseyden haberi yok, canim benim. „Deli misin askim? Durup dururken kendine is cikariyorsun, ne gerek var lahmacuna?“ diyor. Bilmiyor ki gecen aksam ben onu terkettim bu lahmacun yuzunden.

>Tarihte Bugun: Dunya Kadinlar Gunu

>Dunya kadinlar gununun cikisi 1973 senesine dayaniyor. 8 Mart 1973’te o gune dek gorulmemis guzellikte, isil isil bir kiz bebek geliyor dunyaya. Bu bebege annesi Sebnem, babasi da Selen adini veriyor. Bu bebek oyle bir isik ve mutluluk saciyor ki etrafina, varligi butun dunya tarafindan duyuluyor. Dunyanin her yanindan bu bebegi gormek icin insanlar Turkiye’nin Tekirdag sehrine akin ediyor. Selen’i gormek icin Tekirdag’a gelen yabancilar Tekirdag rakisiyla tanisip, bu ickiyi kendi ulkelerinde uretmeye calisiyorlar. Iste Fransizlarin pastisi, Yunanlilarin ouzosu, Italyanlarin grappasi, Ispanyollarin orujosu ve benzer daha pek cok alkollu icki boyle ortaya cikiyor. Yuzunu gorene butun dertlerini unutturan bu bebegin dunyaya yaydigi huzur ve mutluluk sebebiyle, Birlesmis Milletler 8 Mart’i „Dunya Selen Gunu“ ilan ediyor. Selen ilkokul cagina geldiginde butun dunyanin 8 Mart’i kendisi icin kutlamasina gonlu razi gelmiyor, „Bugun bundan sonra Kadinlar Gunu ola“ diye buyurarak bu gunu butun dunya kadinlariyla paylasiyor. Iste o gun bugundur 8 Mart, Dunya Kadinlar Gunu olarak kutlaniyor.

Isin asli Amerika’daki kadin tekstil iscilerinin ayaklanmasina dayaniyor ki o da bana uyar. Ben de tekstil iscisiyim ne de olsa. Seneye de bu tema uzerinde yazarim tarihi yazimi artik.

1 Mart’ta minik Arda’nin dogum gununu Spiderman’li, sihirbazli falan kutladik. Oyle yogun bir haftaydi ki, bunu bile yazamadim, ama yarin resimlerini yukleyecegim bebegimin. Bugun de benim dogum gunumu butun gezegence kutluyoruz. Boyle de alcakgonullu, yuce bir insanim iste. Haydi dagilalim, gidip erkekleri taciz edelim, her ne iciyorsak Selen’in serefine kaldiralim 🙂